İlk gençlik zamanlarımdı. Her yerden adını duyuyordum. Kimi şiirlerinden okuyor, kimi düşüncelerinden ve muhtelif kitaplarından alıntılar yapıyordu. Tanımadan sevdiğim ender insanlardan biri; ilk gençlik zamanlarımın en naif, en nazik kahramanıydı…
Avucunda sıktığı taştan damlayan su, kor yüreklerimize serpilirdi. Çay ve kahve sohbetlerinde ondan konuşurduk. Her neyden bahsetsek, meselenin ya başında ya ortasında ya sonunda mevzu ona gelirdi. Onu yıkılmaz bir kale, aşılmaz bir duvar, ulu bir çınar addederdik sırtlarımızda ve ne zaman yorulsak gölgesinde serinler, ne zaman umudumuzu kaybetsek ona koşardık.
Pamuk yanaklarının arasındaki havzadan aziz kelimeler akardı yüreklermize. Gün görmüş gözlerinde yıldırımlar çaktığına şahit olurduk, tarifi imkânsız bir umutla aydınlatırdı gözleri her kime değse.
İzzet ve şeref onda vücut bulmuştu adeta. Baktığınız zaman bir parça siyahlık, bir parça kötülük göremezdiniz.
O da tüm diğerleri gibi inandıkları ve fikirleri uğrunda bayramını kurban eden azim bir fikir heykeliydi.
Akşamları sakin müzikler eşliğinde şiirlerinden okur, diyardan diyara göçerdik. Öğleden sonraları yayınevinin önünü arşınlardık bazen ve Haseki’de, Cağaloğlu’nda dolaşırken hep onunla karşılaşma ümidi yeşerirdi içimizde.
Yine aynı yerlerden geçiyoruz kimi zaman, fakat artık sadece işimiz düştüğünde ve o ümit olmaksızın…
Üç yıl geçmiş dile kolay, Bursa’dan bir hışımla çıkıp İstanbul’a kurşun gibi vardığım o günü dün gibi hatırlıyorum.
Dün gibi hatırlıyorum selasından sonra kimin Hakk’a yürüdüğünü söylerken boğazı düğümlenen Şehzadebaşı Camii imamının titreyen sesini. O kalabalık, o gözyaşları… Arşı arşınlayan dualar yankılanıyordu her yerde ve bir tabut yükseliyordu omuzlarda hıçkıran seslerle.
Evet, üç yıl geçmiş dile kolay. Daha birçokları gibi yaşarken kıymetini bilemediğimiz ve şimdi mezar taşına methiyeler düzdüğümüz o aziz insanın belki anlaşılmak gibi bir kaygısı olmadı ama bizim ona, uğruna tüm ömrünü vakfettiği milletin fertleri olarak, onu anlamak gibi bir borcumuz var. Çünkü onun koşusu, koşu bittiği halde devam ediyor. Çünkü o, eserleriyle hala yaşıyor.
Şimdi ona fısıldamak isterdim, “yıllarca içimde biriken, söyleyemediğim ateşten kelimeleri” ama kaçan trenin ardından el sallamakla yetinmek zorundayım.
Onu kaybettiğimizde şöyle bir şey okumuştum ve bununla bitirmek istiyorum:
“Hiç evlenmedin ama ardında seni seven milyonlarca evlat bıraktın. Kabrin nur olsun baba…”
Allah kabrini nur, geride bıraktıklarını aziz eylesin. Mezarından yükselecek baharda birer çiçek, yaktığı fikir meşalesinde birer kıvılcım olmak duası ile...
Sizlere daha iyi hizmet sunabilmek adına sitemizde çerez konumlandırmaktayız. Kişisel verileriniz, KVKK ve GDPR
kapsamında toplanıp işlenir. Sitemizi kullanarak, çerezleri kullanmamızı kabul etmiş olacaksınız.
En son gelişmelerden anında haberdar olmak için 'İZİN VER' butonuna tıklayınız.
Rüstem PEHLİVANLAR
Koşu bittikten sonra treni kaçırmak
İlk gençlik zamanlarımdı. Her yerden adını duyuyordum. Kimi şiirlerinden okuyor, kimi düşüncelerinden ve muhtelif kitaplarından alıntılar yapıyordu. Tanımadan sevdiğim ender insanlardan biri; ilk gençlik zamanlarımın en naif, en nazik kahramanıydı…
Avucunda sıktığı taştan damlayan su, kor yüreklerimize serpilirdi. Çay ve kahve sohbetlerinde ondan konuşurduk. Her neyden bahsetsek, meselenin ya başında ya ortasında ya sonunda mevzu ona gelirdi. Onu yıkılmaz bir kale, aşılmaz bir duvar, ulu bir çınar addederdik sırtlarımızda ve ne zaman yorulsak gölgesinde serinler, ne zaman umudumuzu kaybetsek ona koşardık.
Pamuk yanaklarının arasındaki havzadan aziz kelimeler akardı yüreklermize. Gün görmüş gözlerinde yıldırımlar çaktığına şahit olurduk, tarifi imkânsız bir umutla aydınlatırdı gözleri her kime değse.
İzzet ve şeref onda vücut bulmuştu adeta. Baktığınız zaman bir parça siyahlık, bir parça kötülük göremezdiniz.
O da tüm diğerleri gibi inandıkları ve fikirleri uğrunda bayramını kurban eden azim bir fikir heykeliydi.
Akşamları sakin müzikler eşliğinde şiirlerinden okur, diyardan diyara göçerdik. Öğleden sonraları yayınevinin önünü arşınlardık bazen ve Haseki’de, Cağaloğlu’nda dolaşırken hep onunla karşılaşma ümidi yeşerirdi içimizde.
Yine aynı yerlerden geçiyoruz kimi zaman, fakat artık sadece işimiz düştüğünde ve o ümit olmaksızın…
Üç yıl geçmiş dile kolay, Bursa’dan bir hışımla çıkıp İstanbul’a kurşun gibi vardığım o günü dün gibi hatırlıyorum.
Dün gibi hatırlıyorum selasından sonra kimin Hakk’a yürüdüğünü söylerken boğazı düğümlenen Şehzadebaşı Camii imamının titreyen sesini. O kalabalık, o gözyaşları… Arşı arşınlayan dualar yankılanıyordu her yerde ve bir tabut yükseliyordu omuzlarda hıçkıran seslerle.
Evet, üç yıl geçmiş dile kolay. Daha birçokları gibi yaşarken kıymetini bilemediğimiz ve şimdi mezar taşına methiyeler düzdüğümüz o aziz insanın belki anlaşılmak gibi bir kaygısı olmadı ama bizim ona, uğruna tüm ömrünü vakfettiği milletin fertleri olarak, onu anlamak gibi bir borcumuz var. Çünkü onun koşusu, koşu bittiği halde devam ediyor. Çünkü o, eserleriyle hala yaşıyor.
Şimdi ona fısıldamak isterdim, “yıllarca içimde biriken, söyleyemediğim ateşten kelimeleri” ama kaçan trenin ardından el sallamakla yetinmek zorundayım.
Onu kaybettiğimizde şöyle bir şey okumuştum ve bununla bitirmek istiyorum:
“Hiç evlenmedin ama ardında seni seven milyonlarca evlat bıraktın. Kabrin nur olsun baba…”
Allah kabrini nur, geride bıraktıklarını aziz eylesin. Mezarından yükselecek baharda birer çiçek, yaktığı fikir meşalesinde birer kıvılcım olmak duası ile...
Sezai Karakoç’a rahmetle…
Çölyak hastalığına dair bilinmesi gereken tüm gerçekler
C vitamininin faydaları saymakla bitmiyor!
Tüketebileceğiniz 0 kalorili besinler
Sosyal medya estetiğe sürüklüyor
Türkiye'nin antik liman kentleri
KOAH neden olur? Nelere dikkat edilmelidir?
ABD'de suikaste uğrayan başkanlar